
Yunus Emre Anadolu’da hüküm süren Selçuklu devletinin halkı
zulüm altında tuttuğu, baskılar uyguladığı ve bir de durmaksızın yinelenen Moğol
saldırılarının olduğu bir dönemde yaşamıştır. Bu dönemde bir de kıtlık olunca
Anadolu insanı daha da perişan oldu. Perişan olanlardan biri de Yunus Emre’ydi.
Hacı Bektaşı Veli’nin yapıtlarından "Vilayetname"’de geçen anlatıma göre Yunus
Emre bu kıtlık olan yılda köyünden yola çıkarak ulu Hünkâr Hacı Bektaşı Veli’nin
dergâhına varıp biraz buğday isteyecekti. Giderken eli boş gitmemek için yolda
heybesine alıç doldurdu. Ulu Hünkâr’ın huzuruna varıp
halini anlattı. Bir kaç gün misafir kaldıktan sonra gitme vakti gelmişti.
Hünkâr, Yunus’a şöyle dedi: "Buğday mı verelim nefes mi?" Yunus: "Nefesi ne
edeyim, eşim çocukların aç bana buğday verin." Bunun üzerine Yunus’a buğday
verdiler. Yunus dergâhtan ayrılınca yaptığı hatayı fark etti ve tekrar dergâha
döndü. Halifeler durumu Hünkâr’a bildirdiler, o da: "Biz kilidin anahtarını
Tapduk Emre’ye sunduk. Varsın ondan nasibini alsın." dedi. İşte asırlardır
güncelliğini ve derinliğini koruyan Yunus Emre kişiliğinin başlangıç noktası
burasıdır. Yunus bundan
sonra yıllarca Tapduk Emre’nin dergâhında emek verir. Bu aynı zamanda eğitimdir
de. Bu eğitim sonucu öğrendiklerini insanlarla paylaşmak için bütün Anadolu’yu
gezer.
YUNUS EMRE’NİN DÜŞÜNCELERİ
Yunus Emre, vahdet-i vücut (varlığın birliği) öğretisine ulaşan bir tasavvuf felsefi yorumunu benimsemiştir. Vahdet-i vücut felsefesine göre; "Tanrıdan başka varlık yoktur. Var olan her şey onun çeşitli biçimlerde görünmesidir".

Yunus Emre’ye göre gerçekte ölüm yoktur. Ölüm ruhun bedenden ayrılıp
yaratıcısına dönmesidir. Bu nedenle ölüm ruhla beden arasında bir ayrılıktır.
Yunus Emre’yi anlamak, ondaki derin sevgiyi çözmek günümüzde yaşanan sorunları
da çözmek anlamına gelir.
*Alıntı Alevi Konseyi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder